Madde 5: İslami tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şer’i haklara sahiptir ve şer’i yükümlülüklerle sorumludur.
Madde 6: Devletin, yönetimde, yargıda, işlerin güdülmesinde yada benzeri konularda tebaanın fertleri arasında herhangi bir ayrım yapması caiz değildir. Bilakis ırk, din, renk ve benzeri özelliklere bakmadan herkese tek bir bakışla bakmalıdır.
Bu iki madde ister Müslüman isterse zimmet ehlinden olsun İslam tabiiyetine sahip olan kimselerin hükümlerini beyan etmek için konulmuştur. Müslümanlara gelince; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], devlet dışında yaşayan ve tebaasından olmayan Müslümanları, devletin tebaasının sahip olduğu haklardan mahrum etmiştir. Zira Süleyman İbn-u Burayde’nin babasından şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم إِذَا أَمَّرَ أَمِيرًا عَلَى جَيْشٍ أَوْ سَرِيَّةٍ أَوْصَاهُ فِي خَاصَّتِهِ بِتَقْوَى اللَّهِ وَمَنْ مَعَهُ مِنْ الْمُسْلِمِينَ خَيْرًا، ثُمَّ قَالَ: اغْزُوا بِاسْمِ اللَّهِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ، قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ، اغْزُوا وَلا تَغُلُّوا وَلا تَغْدِرُوا وَلا تَمْثُلُوا وَلا تَقْتُلُوا وَلِيدًا، وَإِذَا لَقِيتَ عَدُوَّكَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ فَادْعُهُمْ إِلَى ثَلاثِ خِصَالٍ أَوْ خِلالٍ، فَأَيَّتُهُنَّ مَا أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلاَمِ، فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ، وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ، فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللَّهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُؤْمِنِينَ، وَلا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلاَّ أَنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ»
“Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] bir orduya yahut bir seriyyeye emir tayin ettiği zaman, hassaten ona Allah’a karşı takvalı olmasını ve beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle derdi: “Allah’ın adıyla, Allah yolunda gazveye çıkın. Allah’ı inkar edenler ile savaşın! Gazveye çıkın, ama haddi aşmayın, gadr (haksızlık) etmeyin, müsle (hakaret için cesetler üzerinde tahribat) yapmayın, çocukları öldürmeyin! Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları üç haslete yahut sıfata davet et. Eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Önce İslam’a davet et, eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Sonra kendi darlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur. Eğer ondan (beldelerinden) ayrılmayı reddederlerse, onlara haber ver ki Müslüman Arabiler (bedevîler) gibi olurlar; müminler üzerine icra edilen Allah’ın hükmü onların da üzerine icra edilir, ama onların ganimette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz, Müslümanlar ile birlikte cihat etmeleri müstesna.”[Müslim rivayet etti] Bu hadis, Dâr-ul İslam’a hicret etmeyen ve devlet tabiiyetine sahip olmayan kimsenin Müslüman olsa dahi tebaalık haklarına sahip olmayacağı hususunda sarihtir. Çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Müslümanların lehine ve aleyhine olanların kendilerine de olması için onları İslam’ın sultası altına girmeye davet etmiştir. Zira şöyle buyurmuştur:
«ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ، وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ»
“Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (Dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur.” Dolayısıyla bu, bizim lehimize ve aleyhimize olanların onlara da olması, yani hükümlerin onları da kapsaması için hicret etmeyi şart koşan bir nasstır. Hadisin mefhumu, hicret etmedikleri takdirde Muhacirler, yani dârul İslam’da olan kimseler için olanlar onlar için olmayacak demektir. Dolayısıyla bu hadis, dâr-ul muhaciruna hicret edenler ile etmeyenler arasındaki hükümlerin farklılığını beyan etmiştir. Dâr-ul muhacirun ise dâr-ul İslam olup onun dışındakiler dâr-ul küfürdür. O halde tabiiyeti ifade eden şey kişinin dâr-ul İslam’da veya dâr-ul küfürde ikamet etmesidir. Dolayısıyla kişinin tabiiyetinin manası, kendisi için ikamet yeri olarak razı olduğu dârdır. Bu dâr, dâr-ul küfür mü yoksa dâr-ul İslam mıdır? Eğer dâr-ul İslam ise ona dâr-ul İslam hükümleri intibak eder. Dolayısıyla kişi, İslami tabiiyete sahip olur. Eğer dâr-ul küfür ise ona dâr-ul küfür hükümleri intibak eder. Dolayısıyla kişi, İslami tabiiyete sahip olmayıp ona dâr-ul küfür hükümleri tatbik edilir. Bundan dolayı hükümler, dâr-ul harpteki Müslümanı kapsamaz. Dolayısıyla ona tebaalık hakkı verilmez. Çünkü o, İslami Devlet’in tabiiyetine sahip değildir. Hükümler dârul İslam’daki zimmiyi de kapsar. Dolayısıyla ona tebaalık hakkı verilir ve İslami Devlet’in tabiiyetine sahip olur. Zimmi ise İslam’dan başka bir dini din edinen ve İslam’dan başka bir dini din edinme üzerinde baki kaldığı sürece İslami Devlet’in tebaasından olan herkestir. Zimmi kelimesi, ahit manasına gelen zimmet kelimesinden alınmıştır. Bizim zimmetimizde onlar için ahit olup onlara kendileriyle üzerinde sulh yaptığımız şeye göre muamele ederiz, onlara muamele ederken ve işlerini güderken İslam hükümlerine göre hareket ederiz. İslam, zimmet ehlinin tebaalık haklarını ve yükümlülüklerini garanti altına alan pek çok hüküm getirmiştir. İnsaftan (merhamet ve adaletten) bizler için olanlar zimmet ehli için de vardır ve intisaftan (haklardan) bizler için olanlar onlar için de vardır. İnsaftan bizler için olanların onlar için de olmasına gelince; Allahuteala’nın şu kavlinin umumluğundan kaynaklanmaktadır:
{وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ}
“İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin.” [en-Nisâ 58] Ve şu kavlinden:
{وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآَنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى}
“Bir topluma olan kızgınlığınız sizleri adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olunuz ki o, takvaya en yakın olandır.”[el-Mâide 8] Ve ehl-i kitap arasında hükmetme hakkındaki şu kavlinden:
{وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ}
“Eğer hüküm verirsen, onların aralarında adaletle hükmet.” [el-Mâide 42] İntisaftan bizler için olanların onlar için de olmasına gelince; Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in Müslümanları cezaya çarptırdığı gibi kafirleri de cezaya çarptırmasından kaynaklanmaktadır. Zira Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bir kadını öldürmesinden dolayı ceza olarak bir Yahudiyi öldürmüştür. Nitekim el-Buhari’nin rivayetinde Enes İbn-u Malik’in şöyle dediği geçmiştir
خرَجَتْ جَارِيَةٌ عَلَيْهَا أَوْضَاحٌ بِالْمَدِينَةِ قَالَ فَرَمَاهَا يَهُودِيٌّ بِحَجَرٍ قَالَ فَجِيءَ بِهَا إِلَى النَّبِيِّ صلى الله عليه وآله وسلم وَبِهَا رَمَقٌ فَقَالَ لَهَا رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم فُلاَنٌ قَتَلَكِ فَرَفَعَتْ رَأْسَهَا فَأَعَادَ عَلَيْهَا قَالَ فُلاَنٌ قَتَلَكِ فَرَفَعَتْ رَأْسَهَا فَقَالَ لَهَا فِي الثَّالِثَةِ فُلاَنٌ قَتَلَكِ فَخَفَضَتْ رَأْسَهَا فَدَعَا بِهِ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم فَقَتَلَهُ بَيْنَ الْحَجَرَيْنِ»
“Medine’de üzerinde gümüş takılar olan bir cariye dışarı çıktı. (Enes) dedi ki: “Bir Yahudi ona taşla vurdu.” (Enes) dedi ki: “Bunun üzerine ölmek üzereyken Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e getirildi.” Resulullah ona dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Hayır dercesine) başını kaldırdı. Ona tekrar dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Hayır dercesine) başını kaldırdı. Üçüncü defa ona dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Evet dercesine) başını eğdi. Bunun üzerine Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] adamı getirterek onu iki taşın arasında öldürdü.”Yine Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’a, zina eden yahudi bir adamla yahudi bir kadın getirildi. O da onları recm etti. El-Buhari, İbn-u Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«أُتِيَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم بِيَهُودِيٍّ وَيَهُودِيَّةٍ قَدْ أَحْدَثَا جَمِيعًا فَقَالَ لَهُمْ مَا تَجِدُونَ فِي كِتَابِكُمْ قَالُوا إِنَّ أَحْبَارَنَا أَحْدَثُوا تَحْمِيمَ الْوَجْهِ وَالتَّجْبِيهَ قَالَ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ سَلاَمٍ ادْعُهُمْ يَا رَسُولَ اللَّهِ بِالتَّوْرَاةِ فَأُتِيَ بِهَا فَوَضَعَ أَحَدُهُمْ يَدَهُ عَلَى آيَةِ الرَّجْمِ وَجَعَلَ يَقْرَأُ مَا قَبْلَهَا وَمَا بَعْدَهَا فَقَالَ لَهُ ابْنُ سَلاَمٍ ارْفَعْ يَدَكَ فَإِذَا آيَةُ الرَّجْمِ تَحْتَ يَدِهِ فَأَمَرَ بِهِمَا رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم فَرُجِمَا»
“Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e (zina eden) yahudi bir erkek ile yahudi bir kadın getirilince onlara dedi ki: “Bu konuda kitabınızda ne buluyorsunuz?” Dediler ki: “Hahamlarımız yüzlerinin külle karartılması ve hayvana ters bindirilmeleri cezasını koydular.” Abdullah İbn-u Selam dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Onlara Tevrat’ı getirt.” Bunun üzerine Tevrat getirilince onlardan biri elini recm ayetinin üzerine koydu ve öncesi ile sonrasını okumaya başladı. Abdullah İbn-u Selam ona dedi ki: “Kaldır elini.” Elinin altındaki recm ayeti birden gözükünce Resulullah o ikisinin recmedilmesini emretti.” Müslümanlar himaye edildiği gibi zimmet ehlinin de himaye edilmesi bizler üzerinde onların bir hakkıdır. Bu da Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in şu kavlinden dolayıdır:
«أَلا مَنْ قَتَلَ نَفْسًا مُعَاهِدًا لَهُ ذِمَّةُ اللَّهِ وَذِمَّةُ رَسُولِهِ فَقَدْ أَخْفَرَ بِذِمَّةِ اللَّهِ، فَلا يُرَحْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ، وَإِنَّ رِيحَهَا لَيُوجَدُ مِنْ مَسِيرَةِ سَبْعِينَ خَرِيفًا»
“İyi bilin ki! Her kim Allah’ın ve resulünün zimmetinde olan bir muahidi öldürürse Allah’ın zimmetini çiğnemiş olur. Kokusu yetmiş yıllık yürüyüşten alındığı halde cennetin kokusunu alamaz.”[et-Tirmizi rviayet etti ve hasen sahih dedi] El-Buhari ise bu hadisi şu lafızla rivayet etmiştir:
«مَنْ قَتَلَ مُعَاهَدًا لَمْ يَرِحْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ وَإِنَّ رِيحَهَا تُوجَدُ مِنْ مَسِيرَةِ أَرْبَعِينَ عَامًا»
“Her kim bir muahidi öldürürse kokusu kırk yıllık yürüyüşten alındığı halde cennetin kokusunu alamaz.” Müslümanların işlerinin güdülmesi ve maişetlerinin garanti altına alınması onlar için bir hak olduğu gibi zimmet ehli için de bir haktır. Nitekim Ebi Vail’den o da Ebi Musa’dan veya ikisinden birinin isnadı ile Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«أَطْعِمُوا الْجَائِعَ، وَعُودُوا الْمَرِيضَ، وَفُكُّوا الْعَانِيَ»
“Aç kalanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri kurtarın.”[el-Buhari, Ebi Musa kanalıyla rivayet etti] Ebû Ubeyd şöyle demiştir: “Zimmet ehli de böyledir. Onlar olmadan cihad edilir ve esirleri kurtarılır. Kurtarılırlarsa zimmetlerine ve ahitlerine serbest olarak geri dönerler. Bu hususta hadisler vardır.” İbn-u Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Necran halkı ile sulh yaptı. Ebu Davud’un Sünen’inde tahric ettiği üzere hadiste şu ifade geçmiştir:
عَلَى أَنْ لاَ تُهْدَمَ لَهُمْ بَيْعَةٌ، وَلاَ يُخْرَجَ لَهُمْ قَسٌّ، وَلاَ يُفْتَنُوا عَنْ دِينِهِمْ مَا لَمْ يُحْدِثُوا حَدَثًا أَوْ يَأْكُلُوا الرِّبَا"“
“Bir olay çıkarmadıkları veya riba yemedikleri sürece mabetlerinin yıkılmaması, kıssislerinin çıkarılmaması ve dinlerinden (dönsünler diye) fitneye düşürülmemeleri şartıyla…”Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onların hastalarını ziyaret ederdi. Nitekim el-Buhari, Enes’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«كَانَ غُلاَمٌ يَهُودِيٌّ يَخْدُمُ النَّبِيَّ صلى الله عليه وآله وسلم، فَمَرِضَ، فَأَتَاهُ النَّبِيُّ صلى الله عليه وآله وسلم يَعُودُهُ، فَقَعَدَ عِنْدَ رَأْسِهِ فَقَالَ لَهُ: أَسْلِمْ، فَنَظَرَ إِلَى أَبِيهِ وَهُوَ عِنْدَهُ، فَقَالَ لَهُ: أَطِعْ أَبَا الْقَاسِمِ صلى الله عليه وآله وسلم، فَأَسْلَمَ، فَخَرَجَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وآله وسلم وَهُوَ يَقُولُ: الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْقَذَهُ مِنْ النَّارِ»
“Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e hizmet eden yahudi bir çocuk vardı ve hasta oldu. Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ziyaret etmek için ona geldi. Başucuna oturdu ve ona şöyle dedi: “Müslüman ol!” Bunun üzerine yanındaki babasına baktı. Babası ona dedi ki: “Eba Kasım [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e itaat et.” Hemen Müslüman oldu. Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] dışarı çıkarken şöyle diyordu: “Onu ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.”Bu da onları ziyaret etmenin, onlara hüsnü muaşerette ve ünsiyette bulunmanın caiz olduğuna delalet etmektedir. El-Buhari, Amr İbn-u Meymun’dan Ömer İbn-ul Hattab’ın ölümü sırasındaki vasiyetinde şöyle geçtiğini tahric etmiştir: “Benden sonraki halifeye keza ve keza tavsiyede bulunuyorum. Ona Allah’ın ve Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in zimmetine göre ahitlerinde onlara vefalı olmasını, onların arkasından savaşmasını ve onları takatlerinin üstünde şeylerle mükellef kılmamasını tavsiye ediyorum.” Zimmiler itikatlarında ve ibadetlerinde serbest bırakılırlar. Bu da Ebû Ubeyd’in el-Emval’de Urve kanalıyla tahric ettiği Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in şu kavlinden dolayıdır: Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Yemen halkına bir mektup yazarak şöyle dedi:
"ما كنا نعشر مسلماً ولا معاهداً. قلت: فمن كنتم تعشرون؟ قال: تجار الحرب كما كانوا يعشروننا إذا أتيناهم"
“Yahudi veya Nasrani olan bir kimse dininden (dönsün diye) fitneye düşürülmez ve ona cizye gerekir.” Müslümanlardan “gümrük” vergisi alınmadığı gibi zimmilerden de alınmaz. Nitekim Ebû Ubeyd, el-Emval isimli kitabında Abdurrahman İbn-u Ma’kal’den şöyle dediğini tahric etmiştir: “Ziyad İbn-u Hudayr’a sordum: “Kimlerden öşür alırdınız?” Dedi ki: “Müslümandan da muahidden de öşür almazdık.” Dedim ki: “O halde kimlerden öşür alırdınız?” Dedi ki: “Harbi tüccarlara geldiğimizde onlar bizden öşür aldığı gibi biz de onlardan alırdık.” Öşür ise gümrük vergisi olarak alınan şeydir. Böylece zimmiler de diğer tebaa gibi İslami Devlet’in tebaasından olup onların da tebaalık, himaye, maişet garantisi, kendilerine güzellik, rıfk ve yumuşaklıkla muamelede bulunulma hakları vardır. Müslümanların ordusuna katılma ve Müslümanlarla birlikte savaşma hakları vardır. Ancak savaşma yükümlülükleri olmadığı gibi cizye dışında da mali bir yükümlülükleri yoktur. Dolayısıyla Müslümanlara koyulan vergiler onlara koyulmaz. Hakim ve kâdı önünde, işlerin güdülmesi, muamelatların ve ukubatların tatbik edilmesi sırasında hiçbir ayrım yapılmaksızın onlara Müslümanlara bakıldığı gibi bakılır. Dolayısıyla zimmi, aynen Müslüman gibi sahip olduğu hakların tamamından faydalanacağı gibi zimmet ahdine vefadan ve devletin emirlerine itaatten kendisine düşen yükümlüklerle de sorumludur. Böylece ister Müslüman isterse zimmet ehli olsun tebaalıkta önemli olan devlet tabiiyetidir. Dolayısıyla tebaalıkta herhangi bir ayrımın olması caiz değildir. Bu da yönetim, yargı ve işlerin güdülmesi delillerinin genel olmasından dolayıdır. Zira Allah, şöyle buyurmuştur:
{وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ}
“(Allah) İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi (emreder).” [en-Nisâ 58] Bu ayet, gerek Müslüman gerekse gayrimüslim olsun tüm insanlar için geneldir. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:
«البَيِّنَةُ عَلَى الـمُـدَّعِي، وَالْيَمِينُ عَلَى مَنْ أَنْكَرَ»
“Davacıya beyyine (kanıt) gerekir. İnkar edene de yemin gerekir.”[el-Beyhaki, sahih sened ile tahric etti] Bu hadis genel olup Müslümanı da gayrimüslimi de kapsar. Abdullah İbn-u Zubeyr’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«قَضَى رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلم أَنَّ الْخَصْمَيْنِ يَقْعُدَانِ بَيْنَ يَدَيِ الْحَكَمِ»
“Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] iki hasmın, hakimin önünde oturmalarına hükmetti.”[Ahmed ve Ebû Davud tahric etti, el-Hakim de sahih dedi] Bu hadis, genel olup Müslüman olsun gayrimüslim olsun her hasmı kapsar. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:
«الإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ»
“İmam bir çobandır ve güttüklerinden mesuldür.” [Muttefek-un aleyh] Güttüklerinden kelimesi genel olup Müslümanıyla gayrimüslimiyle tüm tebaayı kapsar. Böylece tebaalığa ilişkin genel delillerin hepsi Müslüman ile gayrimüslim, Arap ile acem, beyaz ile siyah arasında herhangi bir ayrımın olmasının caiz olmadığına delalet etmektedir. Bilakis İslami tabiiyeti taşıyan insanların tamamı hem işlerinin güdülmesini, kanlarının, ırzlarının ve mallarının korunmasını hak etmeleri bakımından yönetici karşısında hem de eşitlik ve adalet bakımından kâdının karşısında hiçbir ayrım olmaksızın eşittirler.